ANA SAYFA     HAKKIMIZDA     MÜZE     ŞEHİTLERİMİZ     DOKÜMAN ARŞİVİ     FOTOĞRAF ARŞİVİ     GEZİ     YAZARLARIMIZ     İLETİŞİM  
 
  Müze  
  1. Dünya savaşı  
  İtilaf Dev. Savaş Planları  
  Ordular  
  Savaşa Girmemiz  
  Komutanlar  
  Çanakkale Savaşı  
  Deniz Savaşları  
  Hava Savaşları  
  Kara Savaşları  
  Cephede Koşullar  
  Gaz Kullanıldı mı?  
  Savaşın Sonuçları  
  Savaşın Etkileri  
  Çanakkale ve Yahudiler  
  Şehitlerimiz  
  Gazilerimiz  
  57. Alay Tarihi  
  Asker Mektupları  
  Anzaklar  
  Arşivlerde Çanakkale  
  Çanakkale Gençlik ve Sporcular  
  Asker İmamlar  

Sitede Ara


 

Seyit Ahmet Sılay

ADSIZ KAHRAMANLAR
Adları bile anılmayan bu kahramanlara biz borcumuzu böyle mi ödeyeceğiz?

Bütün milletler zaferi kazanan meçhul kahramanları izaz ve takdis için hususi matem günleri, hususi merasim ihdas etmişlerdir. Fakat biz istiklâlimiz için kanlarını veren neferleri, o adsız kahramanları unutur ve onların sefalet içinde dilenmesine lakayt bir seyirci kalırız.

Daha dün avuçlarımız kıvılcımlanıncaya kadar alkışladığımız kahramanları korkunç sefalet içinde bırakan bu cürüm ve günahımızın azametini müdrik miyiz? Onların köşe başlarında ufak bir heyecan uyandırmasından mütevellit hicabı kaçımız hissediyoruz. Zafer onlarındır, onlara hürmet etmesini, borcumuzu ödemesini bilmeliyiz.

Daha yatakta iken havanın azıttığını his ediyor ve bir türlü yorganlarımın sıcak kucağından çıkmak istemiyorum. Başımın ucunda münebbihli bir saat çıngırağı, mini mini cüssesinden umulmaz bir gürültü ile kıyameti koparıyor. Çaresiz kalkmak lazım. Musluklar donmuş, sürahiyi boşaltarak yüzümü ve dişlerimi yıkadım. Bütün gece odanın içinde kaldığı halde bile bu su, elimi acıtacak kadar soğuktu. Camlarda kış, karışık, muammalı bir sanatkâr ruhuyla nadide oymalar, gümüş danteller işlemişti. Dışarıda rüzgâr ülkeyi bütün dehşetle basan ak tolgalı cihangirin azgın münadileri gibi korkunç nefirlerini inleterek hücum dörtnalıyla geçiyor. Çamlıca tepelerinin üstünde ufuk, ağır ağır dökülen soluk kirli bir ziya akıntısı ile buluştu. Gün, şeffaf bir sis gibi oradan dünyaya döküldü. Gök, buz tutmuş kadar donuk ve toprağa çok yakındı. Biraz sonra iri taneli bir kar fırtınası başladı. Çatırdayarak yanan soba ve dudaklarımı yakan çaya rağmen gözlerimden giren bu soğuk manzara sırtımda uzun bir sinir zelzelesi koşturuyor. Her şeyimi, hatta eldivenlerimi bile odada giyip çıktım.

Daha ilk adımlarda elimde bir paraşüt mukavemetine kalkışan şemsiyeyi-Bir muhafaza değil, bir belâ olduğunu anlayarak- koltuğuma kıstırdım. İçmeden serhoşum. Ayağımın altından yer kayıyor ve rüzgâr, paltomu bir yelken gibi şişirerek beni oradan oraya savuruyor. Kar, gümüş kanatlı bir arı sürüsü gibi yüzümü iğneliyor, bir kıvılcım temasıyla düştüğü yeri yakıyor. Fırtınanın alabildiğine doludizgin at sürdüğü geniş ve büyük caddeye çıkarken şemsiyemi bir baston gibi kullanmaya başladım. Yollar tenha, başları, gözlerinin hududuna kadar şal veya yün, sargıların kalın, enli çemberleri içinde kaybolmuş birkaç kişiden başka görünürlerde kimse yok. Hep beraber kaygan yollarda terazisini düşürmüş bir ip cambazının korkak itina ve dikkatiyle yürüyoruz.

Nasıl oldu bilmiyorum, içerlik bir kapının loş ve oldukça mahfuz çerçevesinden uzanan bir şey dikkatimi uyandırdı. Bu, bir koldu. Bir insan kolu, bir vatandaş koluydu; fakat Ya Rabbi! Nasıl kol, nasıl vatandaş!

Vaziyetin beliğ delaleti olmasa, maksadı birdenbire ihata kabil değil gibi görünecek. Kol uzanmış, ilk zamanlarda avuçta açılmış; fakat soğuk, rüzgâr, tipi bu merhamet isteyen eli bozmuş, yer yer kan oturtarak yeşil bir yumruk haline getirmişti. Tabiatın bu hususta bir kastı olup olmadığını bilmiyorum; fakat ben, bu dilenmekten ziyade bir tehdit hamlesini andıran vaziyet karşısında bir an kendimi kızgın mizanlı bir mahkeme huzuruna çıkmış sandım. Ve o dakika kalbimde merhamet veya korkudan hangi hissin daha kuvvetli çarptığını şimdi tayin edemem; yalnız aklıma gelen ilk şey bu zavallıya para vermek oldu; fakat rüzgâr o kadar amansız esiyor kar o kadar fasılasız yağıyordu ki burada durmak, muşamba, palto, ceket gibi düğmeleri bir düzineye çıkan şeyleri açmak ve nihayet elimden eldiveni çıkarıp cüzdanı karıştırmak bana güç, tahammül olunmaz derecede güç hatta imkânsız göründü, yürüdüm. Yürüdüm, lâkin bütün cinayet erbabını cürüm yerine bağlayan o anlaşılmaz kuvvet, o korkunç kan tutmasıyla ayaklarım ağırlaşıyor, gözlerim kuvvetli bir mıknatısın cazibe dairesine girmiş ibreler gibi titreyerek ona çevriliyordu.

Birdenbire başıma yıldırım düşmüş gibi oldu. Bu dilencinin göğsünde şerefli günlerin bir işaretini gördüğümü sanmıştım. Artık soğuk ve rüzgâr silinmiş, kalbimin yangınında vücudum tutuşmuştu. Ona doğru yürüdüm.

Evet aldanmıyordum. Yorgun çamur ile aslını kaybetmiş ceketin iliğinde bir harp kurdelesi vardı.

Giydiği paçavranın sol kolunun dirsekten aşağısı rüzgârın tokatlarıyla savruluyordu. Vücudunun en mühim parçasını kim bilir hangi siperin kum torbaları arasında bırakan bu adam, demek daha dün takdis ettiğimiz kahramanlardan biri idi.

Şaşkın bir tavırla etrafıma bakındım. Zavallı cüzdanımı bütün muhteviyatıyla ona vermek belki benim için bir fedakârlık olurdu; fakat ona büyük bir yardımı dokunacağını ummuyordum. Kalbimdeki ıstırap yarasının kanını durduracak şey, onun affını kazanmak, bilmeden yıktığım bu gönül kâbesini tamir etmekti.

-Hemşehri, dedim, burası çok soğuk donacaksın.

Ordunun, lügatler üstünden aşan bir tasarrufla her nefere ayrı ayrı birer isim gibi taktığı bu (Hem şehri) kelimesi, onu çok eski bir uykudan uyandırır gibi müessir oldu. Dilenciliğin kemiremediği bu vakar, yüzünün çizgilerinde kımıldadı. Ve bir an için bu dilenci siması, bir şehname taçdarının ikbaliyle mağrur dikleşti.

Kapısının üzerinde koyu katmerli bir duman kusan paslı soba borusunu gösterip:

-Şurada gel de bir çay içelim, hem ısınırız.Dedim.

Yüzüme şüphe ve biraz da infial ile baktı. Bu gözlerde ciltlere sığmayacak kadar uzun bir şikâyet taşıyordu. Tekrar etmezsem gelmeyeceğini anladım ve:

-Sana kimse bir şey söylemez. Gel bir çay iç!

Diye endişelerini gidermeye çalıştım. Bu defa dalgın bir gülümseme dudaklarını gerdi. Yüzü temiz ve sağlam dişlerinin sabahıyla aydınlandı.

Kahve tenha idi. Sac soba homurdayarak yanıyor ve küçük menfezinden sık sık bir hava fişenginin serpintilerini andıran kıvılcımlar saçılıyordu. Çaylarımız geldi, çırağı yollayıp simit de aldırdım. Zavallının her tarafından kalın bir buhar tabakası yükseliyordu. Biraz sonra göğsündeki kurdeleyi işaret ederek sordum:

-Çanakkale’nin neresinde dövüştün. O bir saniye durdu ve kolunun sarkan boş yenine bakarak:

-Sığındere’de, Arıburnu’nda… En sonra Anafartalar’da.

Dedi, sonra bana göstermemeye çalışarak iliğindeki kurdeleyi söküp koynuna soktu.

Zafer çok geniş delikli bir kalburdur. Üstünde kalmak için büyük cüsseli, iri hareketli olmak lâzım gelir. Nefer gelir hendekleri yalçın şahikalar gibi geçilmez bir hâle kor, dipçiğiyle taşları ezer, kayaları dümdüz eder, toprağı süngüsüyle sürer. Zafere giden yolda her şey odur. Fakat bir gün gelir kanıyla suladığı toprakta şeref isimli bir çiçek açılır. Bu fidanın yapraklarında şan buhurdanları tüter, dallarında ikbal ve ihtişam nesgi dolaşır. Bu çiçek çok güzeldir; fakat mağrur ve vefasızdır. Köklerine kan damarlarını veren nefeslerini, o büyük ve adsız kahramanları unutur. En dilber çağında en şerefli halinde gider başkalarının sırmalı göğüslerini süsler

İnsaf ile düşünelim, nankör olan sade o mu? Daha dün avuçlarımız kıvılcımlanıncaya kadar alkışladığımız kahramanları korkunç bir sefalet içinde bırakan asıl hakiki sefiller, asıl mücrim ve günahkâr nankörler biz değil miyiz?

RESİMLİ AY- MART 1340 -NUMERO:2- SENE:1 -SAYFA:3-4

MUHARRİRİ: HAKKI SÜHA
Mehmet Karanlıktagezer' in yazısından alınmıştır

Tarih::[ 22.02.2012 ]

Bu yazı 4829 kez okunmuştur.
 Tüm Yazıları Görmek İçin Tıklayın

Yazarın Diğer Yazıları
    ÇANAKKALE’ NİN ÖN SÖZÜ…
    MEHMET ÂKİF ERSOY VE AİLESİNE VERDİĞİMİZ DEĞER...?
    YEMEK LİSTESİ REZALETİNDE DUR!..DİYELİM
    DÜNYANIN EN BÜYÜK MEDYA DEVİ MURDOCH VE ÇANAKKALE
    ADSIZ KAHRAMANLAR
    ÇANAKKALE' Yİ ANLAMAK

Sitede yayınlanan her türlü yazı, haber, resim, şiir, müzik ve videonun izinsiz kullanılması, yayınlanması yasaktır.

 

Tasarım & Programlama ÜÇBOYUT